DERVİŞANIN HALİ
Bir sohbet meydana gelmesi için zaman, mekân ve ihvan gerekmektedir. Bu şartlardan birisi noksan olursa, sohbet meydana gelmez.
Melâmiler için tasavvuf tarihçileri araştırmalar yapmışlar ve şu sonuca varmışlardır.
Melâmilik bir tarikat değil, bir tevhid neş’esidir, zevktir, sohbettir.
Üç beş Melâmi bir araya gelince, nerede olursa olsun hemen sohbet ederler. Onlar için özel bir mekân veya özel zaman da gerekmez.
Eskiden Melâmilerin dergâhları da vardı. Mesela Pir Efendimiz zamanında (Yugoslavya da) tekke ve dergâhlar vardı. Orası mescid olarak da kullanılırdı.
Dervişan zaman zaman oralarda toplanır, sohbetler ve zikirler yapılırmış. Öyle zikirler olurmuş ki, iki üç saat sürermiş. Bazen cezbeye gelenler halka-i zikirden çıkartılıp bir kenarda sakinleşmesi için bekletilirmiş.
Şimdi hala oralarda tekke ve dergâhlar var. Bunu oradan gelen göçmenler söylüyorlar. Bir ihvanın ifadesine göre, haftada iki üç gün toplanıp sohbet ve zikirler yapılıyormuş.
Komünistliğin Yugoslavya’ya hâkim olduğu zamanlar, Müslüman Türkler Türkiye’ye göçmeye başlarlar. O zamanlar Türkiye de tekkeler kapatılmış ve dini toplantılar, sohbetler kısıntıya uğramış; hatta yasaklar konmuştu. Hasan Fehmi Efendi (ruhu şad olsun) bu hususta çok mücadele vermiş; birçok kere tutuklanıp hapsedilmişti. Fakat taviz vermeden hakikat yolunu savunmuş; sorgulamalarda açık şekilde mürşit olduğunu ve hakikat uğrunda gereğini yapacağını haykırmış ve de mücadelesine devam etmiştir.
Menemen de, İzmir de sohbetlere devam etmiş olan Efendi Hazretleri, Hakk’a vuslat etmeden iki gün önce, Ahmet Kumanlıoğlu Efendimiz’e söylediği sözler çok dikkat çekicidir:
“Evladım Ahmet! Şeriat-ı Muhammediye’den ayrılmayacaksın, aldığın gibi vereceksin ve ihvan arasında ayrılık (ikilik) yapmayacaksın.
Ahmet Efendi Hazretleri bu sözlerin önemini ifade ederken “Efendimin dediklerini yaptığım için, bugün sağlam ayakta duruyorum.” buyuruyordu.
Ehlullah, Hakk sohbetinin, yani kelamının nereden gelirse gelsin, alınmasını tavsiye etmiştir. Bazen avamdan da hikmetli söz, hikmetli sohbet tecelli eder. Salik her yerde, her şeyden irşad olur. Bu bir nebat, bir hayvan veya herhangi bir şey olabilir.
İki türlü ayet vardır: Tenzili ayet ki, bu Kur’an ayetleridir. Bir de tekvini ayet ki bu da âlemde ki her şeydir. Çünkü âlemdeki her şey Allah’ı (C.C.) anlatmaktadır.
Hz. Peygamber (S.A.V.) “Ebu Cehil’den bile irşad oldum.”buyurmuştur.
Fakat her yerden feyiz alınmaz. Ancak bir yerden, yani Mürşid-i Kâmil’den feyiz alınır.
“İstiyorsan doğru yol, bir efendiye kul ol.” demiş Allah dostları.
Efendi Hazretleri, sohbet sırasında bir ayet okunması gerekse orada bulunan hafızlara okuturdu; kendisi okumazdı. Belki yanlış telaffuz olabilir diye. Ama bazı efendiler var ki ayeti hadis, hadisi ayet diye yanlış okuyorlar. Efendi onun için her şeyi yerine göre, irfâniyetle yapardı. Tevazulu davranırdı.
Efendi Hazretleri, erkân-ı zikre de riayet ederdi. Hatta 1960 ihtilalinde, gece saat bir ikiye kadar ihvanla cehri zikir yapmıştı. Bir yılbaşı gecesinde sabah namazına kadar zikir ve sohbet devam etmiş, sonra da sabah namazına gidilmişti.
Efendi Hazretleri, hiçbir şeyden ve hiçbir kimseden çekinmezdi. Çünkü art niyeti yoktu; yaptığını Allah (C.C.) rızası için yapardı.
Bir ayet-i kerimede Cenâb-ı Hakk (C.C.) “Hacca gittiğinizde uzakta olan babanızı çağırır gibi yüksek sesle zikir yapınız.” buyurmuştur. (Bakara Suresi, Ayet:200)
Bir hadis-i şerifte de “Ben günde yetmiş defa istiğfar ederim.” buyruluyor. Bizimde Allah’ın (C.C.) yap dediğini yapmamız gerekmiyor mu?
Bir ayet-i kerimede de “Siz gizli ve aşikâr olarak Allah’ı (C.C.) zikredin.” buyruluyor. Buna göre, gizli ve açık her durumda zikir yapmakta bir sakınca olamaz.
Allah Resulü (S.A.V.) “Zikrin efdali La ilahe illallah’dır.”buyuruyor. Burada ki “La ilahe” ifna, “illallah” da isbattır. Üç kere “Allah” demek de, üç ifna bir isbatı meydana getirir. Üç kerede Ef’âl, sıfat, zat ifna edilip bir Allah (C.C.) ispat edilmiş oluyor.
Bir mecliste, zikir sonunda sohbet olacaksa, sohbeti yapacak olan kişinin hazır olması lazım. Sohbete gelenler de hazır olmalı. Onun için sohbet başlamadan önce tövbe istiğfar yapılır; arkasından salâvat getirilir ve zikir yapılır.
Eğer bir sohbette herkes samimi olup sadece bir kişi samimi olmasa (alaylı veya art niyetli olsa) o zaman Allah sohbeti zuhur etmez. Ancak ve ancak çeşitli konuşmalar olur. Oradaki konuşmalardan kimse feyiz alamaz, kimseye fayda da sağlamaz.
İnşallah gayret edip çalışacağız. Allah’ın (C.C.) aşkını, zikrini tahakkuk ettirip, rızasını tahsil edeceğiz.
Her Müslüman ehl-i tevhiddir. Ama ehl-i tevhidin de dereceleri var. Esasında ehl-i tevhid olmak Amentü’ye iman etmektir. Her Müslüman zaten Amentü’ye iman etmiştir. Peki fark nerede? Eğer imanın derecelerini sıralarsak konuya açıklık getirebiliriz.
1.Taklit iman: Kişinin anne babadan ve yakınlarından gördüğü, aldığı veya kabul ettiği imandır. Bu kişi, kelime-i şehadet getirmiştir. Fakat görmeden, anlamadan inanmıştır.
2. İstidlali iman: Kişi iman esaslarını öğrenir, aklıyla bilir ve bunları ayetlere, hadislere dayandırır. (Bu aynı zamanda hocaların, âlimlerin imanıdır.) Bunlar “Eşhedü” derken tam gören, şahidlik edebilen durumuna gelememişlerdir. Bu da gerçek manada iman değildir.
3. Tahkik iman: Kişi tecelliyi ilahiyi görür, idrak eder; gerçek şehadette bulunur. Bunların imanı, kâmil iman, yani tahkik iman olmuştur.
İlimde de üç derece vardır: İlmel yakin, aynel yakin, Hakk’el yakin. Mürşid-i kâmilden telkin alanlar Hakk’el yakine ererler. Yani gerçek manada, tahkik imana sahip olurlar. O zaman kişide izafat kalkar; benlik, hased, inat, kibir, riya, malayani, yani nefsaniyet temizlenir. Çünkü Resülullah Efendimiz (S.A.V.) “Tevhid izafatın kalkmasıdır.” buyurmuştur.
Başka bir hadis-i şerifte “İki günü müsavi olan zarardadır.” buyurmuştur. Eğer biz, her geçen günden bulunduğumuz günde biraz daha kemalli, biraz daha güzel ve biraz daha aşk tedarik etmiş değilsek zarardayız demektir.
Yunus Emre Hazretleri kırk yıl hizmet etmiş ve sonra kemal bulmuş. Biz de O’nun yanında “Birden bire olduk, kemal bulduk .”diyemeyiz. O’ndan daha mı iyiyiz yani?
Trabzon da bir müşterimizi ziyarete gitmiştik. Hal-hatır sorduktan sonra “Allah (C.C.) ile aran nasıl?” diye bir soru sordum. Adam cevaben “Hiç sorma, aram iyi değil. İstedim ki benden dünya muhabbetini al; beni kendine vuslat ettir. Fakat O kabul etmedi. Bana Allah’tan bahsetme.” dedi. Biz de “Sen Allah’a (C.C.) ne kadar söyledin, ne kadar istedin?” dedik. Cevabında “Bir ay, iki ay; hatta bir senedir istiyorum.” dedi. Biz de “ Utanmıyor musun; bu kadar kısa zamanda bu isteklerin gerçekleşir mi? Hele bir kırk yıl yalvar bakalım. Sen Yunus Emre Hazretlerin’den daha mı iyisin. Senin tavrın hiç de hoş değil.” dedik.
“Bana bir adım gelene ben on adım gelirim.” buyuruyor Cenâb-ı Hakk. Kendimize bir bakalım. Biz, gerektiği gibi, Allah’a (C.C.) bir adım gidebiliyor muyuz? “Kulum Beni bir kere çağırınca, Ben on kere ‘Lebbeyk’ diye cevap veririm.” diye vaad etmiyor mu, Allah (C.C.)? Hakikaten biz bir kere “Allah” diyebiliyor muyuz? Gerektiği gibi yalvarabiliyor muyuz?
Asr-ı saadette, Hz. Peygamber (S.A.V.) Müslümanları birbirleriyle ikişer ikişer kardeş yapar. Bu ikili her zaman birbirini kollayacak ve gözeteceklerdir. Bir gün bu kardeş grubundan biri kendi arkadaşına “Ben seninle olan kardeşliği bozuyorum “der. Diğeri şaşırır. “Niçin? Ben sana ne yaptım ki?”der. Birincisi seninle üç gündür beraberim. Hiç mi yanlışım olmadı? Hiç mi hatalı bir işim olmadı? Sen üç gündür beni hiç ikaz etmedin. Böyle kardeş istemiyorum.” der ve gerçek kardeşliğin nasıl olması gerektiğini anlatır.
Biz de kardeşlerimizi sevdiğimiz için, onun daha iyi olmasını istediğimiz için, onu uyaracağız. Aman dikkat edin, Allah rızası için olacak bu uyarı. Yoksa nefsimizle onu kırıp incitecek değiliz.
Cennet, Allah’ın (C.C.) rızasıdır; irfâniyet cennetidir. Bizim istediğimiz cennet budur. Bunun için birbirimizi can-ı gönülden sevmemiz lazım. Böyle seversek, gerçek manada iman etmiş oluruz. Çünkü cennette huzur var, mutluluk ve saadet var.
Fedai Hazretleri ,
“Aradan çık, görünme hiç
Ki sende kalmaya eser.
Göresin hiç, dahi hiç hiç
Bilesin hiç, dahi hiç hiç
Olasın hiç, dahi hiç hiç” diyor bir ilahisinde.
Biz de aradan kendimizi çıkarmalıyız ki, bizde varlıktan hiç eser kalmasın. O zaman hiç müşkülümüz kalmaz.
Sezai Hazretleri de şöyle der,
Unut bildiğini cümle
Yetiştir ilmini cehle
Pes andan var, oku
Anla Sezai ilm-i Mevladan.
Bir kişi bütün ilimlerin sonuna varsa, hiçbir şey bilmediğini idrak eder; bilenin Hakk olduğunu anlar.
“Sür çıkar ağyarı dilden
Ta tecelli ede Hakk
Padişah konmaz saraya
Hane mamur olmadan.” diyor evliyaullah.
Atom âlimlerinin, hukukçuların ve daha birçok âlimin olduğu bir mecliste bizde bulunuyorduk. Sohbet sırasında “Ben yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım.” hadis-i şerifinin açıklaması yapılmaya çalışıldı. Bir türlü ortak bir neticeye varamadılar. Bu arada biz de söz istedik ve görüş bildirdik. “Efendiler, dikkat edin! Bu hadis-i şerifte söz edilen ‘mümin’ her hangi bir kul değil. O mü’min özel bir kuldur. Mü’minin kendine ait bir kalbi yoktur. Yani ne fiili, ne sıfatı, ve de ne vücudu vardır. Onun kalbi gerçek sahibinindir. Onun şuhudu Hakk’tır. Hakk ondan tamamen emin olduğu için, onun kalbine sığacağını söylüyor. Hepsi de “Tamam, şimdi anladık.”diye tasdik ettiler.
Bir Allah dostu “Gönül yaylasını duman bürümüş, âlem gelip geçer lale görülmez.”diyor.
Bir yayla olsa, orada çok güzellikler olsa, sonra orayı duman kaplasa, artık oradaki güzellikler görülür mü hiç? Tabi ki görülmez. Ancak bir rüzgâr çıkması lazım; o sisi ve dumanı silip süpürmesi lazım ki, güzellikler görülebilsin.
Gönül yaylası da böyledir. Eğer orayı gaflet, cehalet, varlık, benlik ve nispet dumanları kaplarsa; oradaki kemalatı, güzel anlayışı, irfâniyeti göremeyiz.
Yapılacak şey, nefsin engellerini, pürüzlerini ve kirlerini zikrullah ile süpürmek. Kendimizi öyle temizleyeceğiz ki, karşımızda kime baksak, tertemiz-pürüzsüz göreceğiz. Karşı tarafta Hakk’tan başka bir şey görmeyeceğiz.
Eğer, kendimiz kirli-çamurlu olursak, aynaya baktığımızda tabi ki beğenmeyeceğiz. Hatta aynayı bile kırsak veya başka bir ayna alsak yine aynı şey olacak. Amma, kendimizi temizlersek aynadaki pürüzler, kirler de temizlenmiş olur. Biz o zaman rahat ederiz; huzur buluruz.
Yunus Emere Hazretleri “Cümle âlem benden eyü, benden edna yoğa benzer.” diyor.
Mısri Niyazi Hazretleri de:
Dervişlerin en alçağı
Buğday içinde burçağı
Bu Mısri gibi balçığı
Her bir ayak basmak gerek. diyerek ne güzel ifade etmiş.
Nasıl ki buğdayın içinde bulunan burçaklar da değirmene gidip buğday unu oluyorsa, dervişlerin içindeki herhangi biri de aynen dervişlerle muameleye tabi tutulur. Efendi Hazretleri de şöyle buyururdu “Biz Allah (C.C.) sevenlerle birlikte olalım, onlarla oturup kalkalım; onlarla yaşayalım. Sonra mahşerde onların arasında hesap vermesi kolay olur.”
İnşallah biz de Allah dostlarının arasında hesap verenlerden oluruz. (Âmin)
Velhamdülillahi Rabbi’l â’lemîn
Adapazarı, 01.10.1994