Duyurular
   Sitemiz yenilendi!
Soru Cevap bölümünde yayınlanmak üzere uygun hatıralarınızı yazdığınız ilahileri ve sorularınızı aşağıdaki e-mail e tıklayıp gönderebilirsiniz.
   Ayrıca Hafız Ahmed Efendimiz ve Hafız Yahya Efendimizle ilgili hatıralarınızı yayınlamak üzere bekliyoruz.
   Yüce Rabbimizin selamı üzerinize olsun.

İLM-İ KEMAL

            “Yüz bin nakkaş içinde, bir yüz görünür bana” diyor Allah dostu. Bir kişi eğer, sevgiliyi bir kere görse, artık her yerde O’nu tanır. Yüz bin sıfat değişikliğine de girse yine bilir, tanır onu.
            Herkim mahbubunu gördüyse, mahbubun vasfı, ondan sorulur. Ancak o tanır, bilir ve anlatabilir. Yoksa, kör olan ne bilir? Gözünden gaflet perdesi kalkmış; Allah (C.C.) cemalini O’na göstermiş olan, arif olur.
            Mücerret olan ilim, kişiyi arif kılmaz. Gerçi bu ilim de lazımdır. Fakat, bir yere kadar gidebilir bununla. Esas, hakikat ilim sahibi olan, ilm-i kemale sahiptir. Bunun sınırı yoktur. Onunla kemal bulunur. Evliyanın, enbiyanın rumuzu da budur.
            Hz. Süleyman (A.S.) mahlukatın lisanını bilir derler. Aslında, tüm lisanları bilmek demek, tevhid ilmini bilmek demek. Hakikati bilip, her şeyin Allah’ı (C.C.) zikrettiğine şahit olmaktır. Hz. Süleyman (A.S.) bu esrara vakıftı ve hakikat ilminin sahibi idi.
            Allah (C.C.) bizi de esrara vakıf etsin. “Bir kere kulum aşk ile Allah derse; ben ona on kere “lebbeyk” diye cevap veririm” buyuruyor Allah (C.C.). Bu bir müjdedir.
            Allah’ı (C.C.) zikredene “Ne istiyorsun?” diye cevap gelmesi ne demek? Buna, Allah’ı (C.C.)  zikreden vakıf olabilir. Bunun için de yanıp yakılmak lazım, tezkiye olmak lazım, aradaki engelleri kaldırmak gerek; yoksa, sıradan herkese Allah (C.C.) cevap vermez.  Benliği, kibiri, fitneyi, fesadı, riyayı, kıyl-ü kali, masivayı, atmadan “Allah” dersek, uykuda “Allah” demiş oluruz ki cevap gelmez.
            Demek ki, cevap alıncaya kadar çalışmak gerek. Durup duruken, bir gayret sarfetmeden, zahmet çekmeden cevap alınmaz.
            Efendi Hazretlerine bir gün yaşlı bir ihvan misafir gelir. Sohbet açılır. Adam tevhidden anlatır. Dili güzel laf yapar. Kendini ehl-i tevhid zannetmektedir. Bir hayli sohbet ettikten sonra Efendi Hazretleri “Bitti mi?” diye sorar. Adam “Evet” der. Efendi Hazretleri “Peki, bu anlattıklarına ne derler?” diye sorar. Adam “Sohbet derler” diye cevap verir. Efendi Hazretleri “Daha ne derler?” der. Adam “Muhabbet derler” der. Efendi yine sorar “Daha ne derler?” Adam “Allah sohbeti” diye cevaplar.
            Efendi Hazretleri söz alır: “Efendi bu yaptığımız muhabbetin adı ilm-i ledün dür. Bu, özel (mahrem) sohbettir. Bu sohbet ehli olanlarla yapılır. Yani hususi sohbettir; her yerde, herkese yapılmaz. Şimdi, sen biraz zikir yap, biz de görelim” der. Adam sıkılır, kızarıp bozarır ve de bir aşık gibi zikir yapamaz.
            Efendi Hazretleri, orada hazır bulunanlardan Derviş Şaban’a buyurur: “Biraz Allah’ı (C.C.) zikret, Şaban Efendi” Efendisinden izin alan Şaban Efendi, aşk ve şevk ile zikir yapmaya başlar; kendinden geçer. Şaban’ın kendi varlığı kalmamıştır; zorla durdururlar. Efendi Hazretleri söz alır: “İşte efendi, gördük zikrin yapılışını. Az önce siz de ilm-i ledün sohbeti yaptığınızı iddia ettiniz. Fakat, sizin yaptığınız sohbet, bir nakil sohbeti idi. Sadece öğrenmişsiniz ama yaşamamışsınız. Yaşanmadan, söz ile nakil yapmak kolaydır. Herkes yapar bunu. Fakat, bu sohbet, ilm-i ledün sohbeti olmaz. Bunun için önce sen de, zikrullah tahakkuk edecek. Ancak, ondan sonra bu ilm-i ledün sohbetini yapabilirsin.
            Adamın biri, bir kediyi uzun zaman terbiye altına almış; onu eğitmiş; yapılması zor bir beceriyi ona kazandırmış. Herkese de övgü ile söz eder olmuş. Bir gün, arkadaşını misafirliğe davet etmiş ve kedisinin marifetini göstereceğini söylemiş. Arkadaşı da kedinin marifetini sormuş. Adam, kedisinin iki ayak üzerinde yürüdüğünü, iki ön ayağıyla da kahve ikram edeceğini söylemiş. Arkadaşı buna itiraz etmiş ve iddialaşmışlar.
            Arkadaşı misafirliğe gelirken, bir kutu içine fareyi gizleyip cebinde getirmiş. Yemekler yenip oturulunca, kedi kahve ikram etmek için odaya gelmiş. Gerçektende iki ayağıyla yürürken iki ön ayağında kahve getiriyormuş. Misafir de cebinden fareyi çıkarıp ortaya salmış. Fareyi gören kedi, kahveyi-tepsiyi fırlatıp farenin peşine düşmüş.
            Misafir “İşte, kedinin terbiyesi, fareyi görünceye kadardı” demiş.
            Demek, gönülden masivayı siler, gafleti kaldırırsak, göz aşk ile bakar, merhametle bakar; kulak, Hakk kelamı dinler; dil Hakk’ı konuşur; ayak Hakk rızâsı ile yürür; el Hakk ile işler. Böylece güzel ahlâk tahakkuk eder; aşk sahibi olunmuş olur. Akabinde marifet tahakkuk eder. Sonra ilm-i ledün sohbeti yapılır.
            Güzel ahlâk, maye-i Muhammed’dir. Mücerred ilimle bu ahlâk elde edilmez. Bunu elde etmek için ilahi aşkın gönüle düşmesi lazım.
            “Dervişlerin en alçağı, buğday içinde burçağı, bu mısr-i gibi balçığı her bir ayak basmak gerek” anlayışı ile yürümek gerek.
            Adam söz ister ve der ki: “Birisi askere gider, asker elbisesi giyer. Zanneder ki, ben asker oldum. Ama, daha eğitimini görmemiş, askerlik sanatını öğrenmemiş, o yolda tecrübe edinmemiştir. İşte, ben de böyle olmuşum. Tevhid ilmini, nakletmeyi öğrenmişim ama eğitimini görmemişim. Bu yol kolay ve basit olduğu için, ilmini sadece almışım ve de kendimi ehl-i tevhid zannetmişim. Meğer yanılmışım” diye durumunu anlatır.
            Yılan, nefs-i emareye işarettir. Yılanın ölmeyince doğrulmayacağı gibi nefis de ölmeyince bir istikamete girmez; yani söz dinlemez, doğru olmaz. Bunu sağlamak için, tevhid mektebine girip fenafilah olmak gerek. Resulullah’ı (S.A.V.) gönlümüzde doğurmak gerek.
            Resulullah’ın (S.A.V.) doğduğu geceyi kutlarlar. Zahiren bu da lazımdır. O geceyi ihya etmek çok iyidir. Fakat, hakikatte ise (maneviyatta) mesele öyle basit değildir. O gece bütün dünyada önemli değişiklikler meydana gelmiş. Bu değişiklikler o zaman olmuş-bitmiş. Şimdi bize ne faydası var? Gerçek anlamda, peygamberin doğuşu ile bizim enfüsümüzde değişiklikler olması lazım. Büyük olayların vücuda gelmesi lazım. Süleyman Çelebi Hazretleri “Doğdu ol saatte, ol sultanı din; nura gark oldu, semavat-u zemin” derken bu hakikatlere işaret ediyor.
            Bizim, zahiri doğuştan çok, hakikatteki doğuşu anlayıp, idrak etmemiz lazım. Süleyman Çelebi Hazretleri, maddi doğuştan çok, manevi doğuşu anlatmak istemiştir.
            Zahirdeki doğuşta, dünyada bir çok değişiklikler olmuş. Kiliseler yıkılmış, putlar devrilmiş, Mecusilerin ateşi sönmüş, göller kurumuş… Bunun yanında, peygamberin doğuşu ile birlikte, bir güzellik, bir bolluk-bereket de gelmiş. Bu olayların bize anlatmak istediğini iyi anlamak gerek.
            Yer ve semavat nura gark olurken, Resulullah’ın (S.A.V.) yakın akrabaları (Ebu Cehil, Ebu Leheb ve diğerleri) bu nurdan etkilenmemiş. Bunlar da o zaman, dünyada yaşamıyorlar mıydı? Neden onlarda nura gark olmadılar? Neden kurtulamadılar? Nura gark olmayı bırakalım, aksine zulmün, kötülüğün temsilcisi (timsali) olmuşlar. O zaman, Süleyman Çelebi’nin ifadeleri, yerini bulmuyor mu? Yani, ifadelerde yanlışlık mı var? Buna imkan olmadığına göre, ifadenin hakikat manasını düşünmek gerek. Eğer, zahir manasını düşünürsek, o günlerde yaşayan herkesin şefaate mazhar düşmesi ve nura gark olması gerekirdi.
            “Mevlid” Arapçada “doğuş” anlamına gelir. Hz. Muhammed’in (S.A.V.) hakikatte vicdanımızda, gönlümüzde doğuşunu anlatmakta. Eğer, Hz. Peygamber (S.A.V.) gönlümüzde doğarsa, bizim semavat ve zeminimiz, Hz. Peygamber’in (S.A.V.) nuruna gark olur. Bu nur, Tevhid Nuru’dur. O’nun ahlâkının, aşkının, irfanının, insaniyetinin gönülde doğmasıdır.
            365 günümüzde, her nefes her an Allah’ın (C.C.) nuru içinde olmakla, peygamberin şefaatine mazhar oluruz.
            Bunların yanında o geceyi, yani, Resulullah’ın (S.A.V.) doğum gecesini ihya etmek, hürmet ve tazim göstermek de şeriat ahlâkımızdır. O da lazımdır. Fakat, yeterli değildir.
            Her insanın yedi tane seması vardır. Allah’ın (C.C.) yedi sıfatı (sıfat-ı subutiyesi) bizim enfüsümüzde mevcuttur. (Hayat, ilim, irade, semi, basar, kudret, kelam) Bu yedi sıfatımızın nura gark olmasıyla, Hz. Muhammed (S.A.V.) bizde doğacak. Böyle olunca da, elimiz Allah’ın (C.C.) rızâsı üzere hareket edecek, gözümüz Allah’ın (C.C.) nuru ile bakacak, kulağımız Allah’ın (C.C.) rızâsı üzerine işitecek, lisanımız masivadan temizlenecek, hayatımız dünya ile kirlenmekten kurtulacak, ilmimiz Allah’ın (C.C.) ilim sıfatının tecellisi olacak. Zeminimiz olan maddi varlığımız, ancak içimiz Allah’ın (C.C.) rızâsına yöneldiği zaman nurlanır. Maddi kalıbımız da temiz olmuş olur. Yani, azalarımız güzelleşir. Semavatımız nura gark olduğu zaman, zeminimizde nurlanmış olur. Eğer, semavatımız nura gark olup, azalarımız masivadan, malayaniden kurtulmazsa bir yere varamayız. Yani, Hz. Muhammed (S.A.V.) doğmamış olur, bizde.
            Hz. Muhammed’i (S.A.V.) yakınımızda, kendi vicdanımızda bulmamız lazım. Hz. Muhammed (S.A.V.) ancak O’nun ahlâkıyla, adaletiyle, aşkıyla gönüle doğması ile, yakına gelmiş olur.
            “Beni, Rızâ-ı Hakk’a götürmeyen ilimden, Allah’a (C.C.) sığınırım” diyor Hz. Peygamber (S.A.V.) Onun için bizim ilmimizde, bize Allah’a (C.C.) götürmeli. Bu ilimde, mürşid-i kâmillerin gösterdiği tevhid ilmidir; ilm-i ledün dür. Mücerred ilim, buna hizmet etmesi içindir. Arif olan bunu anlar, bunu bilir; ilm-i kemale erer.
            Allah (C.C.) bize de nasip etsin, inşallah. (Amin)

Velhamdülillahi Rabbi’l âlemîn.
Ümraniye, 21 Eylül 1991
(Eşref YAĞIZ’ın evi)

 Tasarım: Mimar Ali Soyyiğit      e-mail