NASIL İMAN?
Cenâb-ı Mevla Bakara Suresi’nin 256. ayetinde şöyle buyuruyor. “Kim ki tağuta küfreder; o iman etmiş olur.” Bu ayet mealini düşünürsek, tağutu terk etmeyenin veya tağuta küfretmeyenin imanı tehlikede olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.
Tağut nedir? Tağut , bizi Allah’tan alıkoyan , masiva olan her şeydir; nefistir. Demek ki kim nefsine hâkim olamıyorsa hakikatte iman etmiş olmuyor demektir.
Hasan Fehmi Efendimiz her ilahisinde ya bir âyet ya da bir hadis açıklamasını yapmıştır. Bizimde bunları anlamamız için can kulağımızın, can gözümüzün açık olması lâzım. Eğer kulak, göz Allah’a (C.C.) açık değilse ne kadar ilahi okunursa okunsun , ne kadar güzel sözler söylenirse söylensin yine bir şey anlaşılmaz. Türkçe de, Arapça da, Farsça da söylense yine fark etmez. Çünkü bu bir sır ilmidir, ilm-i ledündür. Süleyman Çelebi Hazretleri bunu Mevlid-i Şerifte açık açık ifade etmiştir. “Ehl-i derdin sohbetine beni mahrem et.” demektedir.
Hasan Fehmi Efendimiz (Ruhu şad olsun) şöyle buyurmakta : “Kurtulup şüphe-i şirk-i hâfiden, bulduk eman.” Şirk büyük bir zulümdür, en büyük günahtır.
“İki çeşit şirk vardır; açık ve gizli.” buyrulmaktadır.
Her ikisi de büyük günahtır. Fakat açıktan açığa da kimse şirk yapmaz. Yapan olsa bile çok nadirdir.
Gizli şirke gelince, kimse farkına bile varmadan şirk yapar. Kişi itikadında, imanında, ibadetinde olan şirkten kurtulamaz. İşte, tevhid bunları ortadan kaldırır.
Bir hadis-i şerifte “Tevhid , izafatın kalkmasıdır.” buyrulmaktadır.
Bugün dervişan “La ilahe illallah.” tevhidini alıyor. Allah’a (C.C.) ve Resülullah’a yakın olmaya çalışıyor. Ama gel gör ki, her türlü kötülükten, şirkten evhamdan, şüphe ve endişeden kurtulup güzel ahlâk sahibi olamıyor veya istenildiği gibi olamıyor. O zaman güzel ahlâk tahakkuk etmiyor. Böyle olunca da onlar ehl-i tevhid olamıyorlar.
Güzel laf etmek kolay, ancak güzel ahlâk sahibi olmak zor. Bizim gayemiz de zaten güzel ahlâk sahibi olmak değil mi? O zaman lafa bakılmaz, hale bakılır. “Kişinin ayinesi iştir, lafa bakılmaz .”denildiği gibi.
Bir ölünün arkasından cemaate sormuşlar. “Merhumu nasıl bilirsiniz?” cemaat cevap vermiş. “İyi biliriz.”
Öte yandan ölenin hanımı da ; “Ah! Bir de bana sorsanız. Onu siz nerden bilirsiniz? Ancak ben bilirim.” diye seslenmiş.
İşte, onun için, önce bizden en yakınlarımız razı olmalı. Ailemiz, komşularımız, alış-veriş yaptıklarımız bizden emin olmalı.
Nefsimizin faaliyetlerini durdurup vücudumuzda Hakk’ı tahakkuk ettirmeliyiz; Resülullah (S.A.V.) efendimizin ahlâkını tahakkuk ettirmeliyiz.
Her kim nefsini iflas ettirir, hakkıyla iman etmiş olur; mü’min olur. İşte o zaman ehl-i tevhid, ehl-i hakikat olur. Böylece Allah’ın (C.C.) itimadını kazanmış olur.
Hz. Reslullah Efendimiz’e (S.A.V.) “Müslüman nasıldır?” diye sordular. Cevabında , “Müslüman odur ki, ondan müslümanlar emindir.” buyurur.
“Ya mü’min nasıldır?” diye sorarlar. Cevabında; “Mü’min odur ki, ondan bütün insanlar emindir.” buyurur.
Nefsi terbiye edip güzel ahlâkı tahakkuk ettirmek için zikrullah lâzımdır. Ama sadece dil ile yapılan zikir yetmez. Gönül ile, aşk ile yapmak gerekir.
Mü’minin Suresi 1. âyette “ İman edenler, felâh buldu.” buyrulmaktadır. Başka bir ayette de Cenâb-ı Hakk iman edenlerin kalplerinin Allah’ın zikri ile tatmin olacağını bildiriyor. Burada ki iman mürşid-i kâmile iman etmektir. O mürşit Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimizdir. Şimdi de O’nun varisleri vardır. Onlara teslim olmak esastır.
O zaman nasıl Resülullah’a (S.A.V.) iman etmeyenler vardıysa, bugün de aynı gündür. Yine iman etmeyenler olabiliyor.
İşte, bugün de mürşid-i kâmile iman etmeyenlerin kalpleri tatmin olur mu? Bunlar kurtuluşa erebilir mi? Selamete, huzura kavuşabilir mi?
Esas iman kadere imandır, kazaya imandır, kahra-lütfa imandır.
Gel gör ki insan, “Ef’âl Hakk’ındır.” diyor amma, çevresindeki insanlardan küçük bir zarar gelince itirazlar başlıyor, ah-u figanlar geliyor. Ancak rahatladığı vakit “Ef’âl Hakk’ın” diyebiliyor.
Bu nasıl tevhid anlayışı? Bu nasıl “Tevhid-i Ef’âl” zevki! Onun bunun söylediği insanı hal ehli yapmaz. Onların söylediği, ancak bizi teşvik etmeli, bizi çalışmaya, gayrete getirmeli.
Mürşid-i kâmil bir vasıtadır. Bizim kemalât sahibi olmamız için, mürşidin telkinine uymamız gerekir. Yoksa, mürşid başka bir şekilde bize bir şey yapamaz; bizi değiştiremez.
Bize sorulduğunda “ Melâmiyim” demeye gerek yok; “Müslümanım” demek yeter. Müslüman demek, zaten melâmi demek. Melâmi demek, masivadan, gayriyetten kurtulmuş demektir. Mürşidinin, yani Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz’in at dediğini atmış demek, Allah’ın zikrinde demek, nefsini levm eden, nefsinden kurtulan demek.
Ne kadar evliya, embiya varsa, hepsi melâmidir. Ashab-ı Güzin melâmidir. Yani hepsinde melâmet, diğer bir tabirle mahviyet var.
Kur’an da Yasin’in gelmesinin hikmeti Âdem’in bilinmesidir. Kur’an‘la insan birbirini tamamlar. Kur’an’ı bilen, O’na inanan, O’na sahip olan Âdem’dir. Bunlardan birisi olmasa diğerinin önemi kalmaz.
Âdem nedir? Âdem Hakk mürşittir. Hakk Âdem’le bilindi. O Âdem sahib-i Kur’an’dı. O Âdem, Kur’an’ı tahakkuk ettirdi. Onun için Hakk Âdem’le bilindi. Yasin’in lügatta kelime karşılığı da “ Ya insan” dır.
Bütün mesele o mürşidin telkinini ve muhabbetini vicdanımıza hâkim kılmaktır. Anlayan anlamadığını anlar, ve de “Allah’ım ilmimi artır.” diye dua eder. Çünkü Hz. Peygamber böyle dua etmiştir.
Evliyaların hepsi aciz olduklarını ve bir şey bilmediklerini ifade etmişlerdir. “Ben bildim, anladım.” demek en büyük günahtır. Resülullah (S.A.V.) “Her kim ben bilirim derse, o cahildir.” buyurduğu gibi.
Allah (C.C.) bizi muhafaza etsin, aşk ve muhabbet versin. (Amin)
Gölormanı-Düzce, 26.06.1993