ZİKR ETMEK, FİKRETMEKTİR
Bazıları derler ki “Hayrihi ve hayrihi” Biz buna katılmıyoruz. Bizi bunların görüşü de bağlamaz. Onların (indi) görüşleridir.
Amentü’yü, biz de herkesin okuduğu gibi okuruz. Orda ifade edilen “hayr ve şer” ikisi de doğru kullanılmış. Çünkü, şer olmadan hayr olmaz; hayr olmadan şer olmaz.
Bir başka gurup ta “Ellahümmehşurna fi zümretil aşıkın” derler. Bu da olmaz. “Salih” yerine “aşık” getirmek yanlıştır. Salihlik, peygamberlerin, evliyaların makamıdır. Onları bırakıpta “aşıklığı” üstün saymak, uygun değildir. Zaten, salih olmayan, aşık da olamaz. “Fezkuruni, ezkürküm; veşkuruni vela tekfurun” Bu ayet-i celilede, Cenâb-ı Allah (C.C.) “Beni zikredin, ben de sizi zikredeyim” buyuruyor. “Siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim” ifadesini en güzel şekilde, insandan buyurur. Bir mürşidden hitap eder. Mürşid-i Kâmil’e biat edilir, (tabi olunur) O’na hizmet edilir, gösterdiği yoldan gidilir; böylece salik terbiye edilir. Sonra da salik, hizmet eder, yani salikte Mürşid-i Kâmil’in gayesine, tevhide Allah’ın (C.C.) rızâsı doğrultusunda hizmet eder.
Madenlerden de Allah (C.C.) insana hitap eder. Lisan-ı halleriyle “Beni bulun, işleyin; ben de size hizmet edeyim” der. Böyle örnekler çoğaltılabilir.
Zikirden gaye, fikretmektir. Zikrin bir manası olacak, bize bir şeyler yaptıracak, bizi olgunlaştıracak, bize maddi-manevi faydası olacak. Böylece, zikir fikrettirirse, tefekkür ettirirse, gerçek gayesine ulaşır.
Tefekkürle bir saat zikir yapmak, yetmiş yıl ibadet etmekten hayırlı olduğu bildirildi bize. Ancak, fikirle-tefekkürle zikir yapılırsa, faydalı-hayırlı olur. Vatana-millete, insanlara faydalı olmuyorsa zikir, fikredilmemiş olur.
İşçi iş yerinde, memur dairesinde, öğretmen okulunda vs. en güzel şekilde çalışmalı, görevini yapmalı.
Tefekkürle zikretmek budur. Bu anlayışla, bu fikirle çalışan, devamlı zikretmiş olur.
Allah (C.C.) kendini hakkı ile zikredenlerden eylesin. (Amin)
Zikirden sonra “şükür” gelir. Zikreden kişi, fikrettiği için verimli bir hale gelir, faydalı kişi olur. Yaptığı hizmetle de şükretmiş olur. Şükretmek, bedeni şükür ve mali şükür olmak üzere ikiye ayrılır. Hem bedenle, hem ilimle, hem de malla şükretmek vardır.
Şükreden verici olur. Dille her ne kadar şükrederse etsin kişi, insanlara hayırlı olmayınca, şükretmiş olmaz.
İyilik yapınca, karşılığında kötülük de görülebilir. Yine de sabredip, şükreden olmalı. İnsana bu yakışır. O zaman, onun destekçisi Allah (C.C.) ve Rasûlü’dür. Allah’a (C.C.) dayanacak, Rasûlü’ne (S.A.V.) uyacak ve teslim olacaktır.
Sonuç olarak, zikir, fikir, şükür ve sabırla insan-ı kâmil olunuyor.
Kişi, kırk yaşına kadar “alma”, kırkından sonra “verme” safhasındadır. Gençlikte kazanılır, alınır; sonra da verilir. Şükür böyle olur.
Allah (C.C.) bizi bir an önce uyandırsın; tevhidden faydalandırsın. (Amin)
Bir zaman, memleketin birinde kıtlık kuraklık varmış. Adamın biri akıl edip, tanınmadığı bir köye gitmiş. Hoca olduğunu söyleyip yardım toplamaya kalkmış. Köyde hoca bulunmadığı ve aylarca da Cuma kılınmadığı için, adama, hocalık teklif etmişler. Hatta, hemen mihraba geçirmişler. Adam mecbur kalıp geçmiş. Mihrabda “Euzu-besmele” çekmiş ve de “Subhanekellahümme be bihamdik, vetebare kesmük, veteala ceddük; velailahe gayrük; anlayana da yeter, anlamayana da yeter” diyerek bitirmiş.
Millet etrafını sarmış, elini eteğini öpmüş: “Ne büyük alim, ne kadar derin hoca” demişler.
Bilmek, anlamak demek değildir. “Ben biliyorum; tevhidi anladım” demek, tevhide engeldir. Bu görüşten, bu anlayıştan kurtulduğu zaman kişi, tevhide girebilir.
Bir tek bilen vardır. O da Allah’tır (C.C.) Tevhidi Allah (C.C.) kime lütfederse, o zevkeder, o anlar; anladığını da başkasına anlatamaz. Nasıl ki, hiç şeker yemeyen bir insana, şekeri ne kadar anlatsak, ona anlatamayacağımız gibi. Şekeri tanıması, bilmesi için, onu yemesi, tatması lazımdır.
Demek ki bu hakikat ilmi olan tevhid ilmini bilmek diye bir şey yok. Ancak Allah’ın (C.C.) lütfuyla tatmak vardır.
Hz. Mevlana anlatır: adamın biri, bir çeşmenin başında uyumaktadır. Bir atlı oradan geçerken bakar, uyuyan adamın ağzına bir yılan girmekte. Durur, uyuyana kırbaçla vurur. Adam kalkıncaya kadar hepten yılan boğazından girer. Şaşkınca kalkan adama, atlı adam devamlı vurmaktadır. “Durma! Koşsana” diye kovalamaya başlar. Adam itiraz etse de, vurmaya devam eder. Koşmaktan yorulup yere düşen adama kirli suları zorla içirir; çürük meyveler yedirir. Sonunda midesi bulanır, kusar; içindeki yılanı dışarı çıkarır.
Gerçeği anlayan adam, kendisine iyilik yapan atlı adamın elini öper, teşekkür eder.
İşte, bu sahrada koşup, kamçı yemek; tevhid zevkiyle-aşkıyla yaşamak demektir. Sohbetlere devam etmekle, uğraşmakla bir gün kötülükler kusulur, masivalar temizlenir.
Mücerred olarak “bilmek” bir işe yaramıyor. Aslında bu da bir ilimdir. Lazımdır da. Fakat, bizim söylemek istediğimiz, “ilm-i ledün’dür; hakikat ilmidir” burada Ben bilirim” yok. Bilmek değil, bitmek var. Bütün bilinenler silinecek, yeniden Hakk’ın tecellisine mazhar olup, ârif olmak var.
Bu da Mürşid-i Kâmil’e varmadan olmaz; varıp ta sözünü tutmadan olmaz.
Allah (C.C.) samimiyet ihsan etsin. Allah (C.C.) aşk, gayret ve anlayış versin. (Amin)
Velhamdülillahi Rabbi’l âlemîn.
Bağlarbaşı, 17 Ekim 1992